Kelime olarak ütopya, hiçbir yerde bulunmayan ama aynı zamanda iyiliğin ve mutluluğun tam bir şekilde yaşandığı yer anlamına gelmektedir. Terim olarak ise hiçbir yerde olmayan, mükemmel toplum ve devlet yapısına sahip bir düş ülkesidir.[1]
Ütopya sözcüğü kavram olarak ilk defa Thomas More’un Ütopya adlı eseriyle tarih sahnesine çıkmıştır. “Olmayan yer/iyi yer” anlamına gelen Ütopya, zaman içerisinde bir edebi türü tanımlayan kavram haline gelmiştir. Fakat her ne kadar bu kelimeyi ilk Thomas More kullanmış olsa da ütopyacı düşünce, tarih boyunca hep var olmuştur. İnsanlar, ta eski çağlardan beri daha iyi, daha güzel bir toplumu hayal etmişlerdir. Örneğin; Platon Devlet’inde, Campanella Güneş Ülkesi’nde, Bacon Yeni Atlantis’inde, Farabi El-Medinetü’l-Fazıla adlı eserinde daha iyi bir devlet ve daha iyi bir toplumu düşlemişlerdir.
Her ülkede, o ülkedeki sorunların çözümü için mücadele eden insanlar bir de umutsuz ve miskin insanlar vardır. Zaman zaman ülkede yaşanan bazı sorunlar için mücadele eden mücadeleci insanlara, umutsuz ve miskin insanlar; “sen ütopyanın peşindesin, bazı şeyler düzelmez, boşa kürek sallıyorsun, kabullen geç” derler. Bu umutsuz insanlara göre; bazı sorunlar çözülemez, sorunu çözmeye çalışmak yerine kabullenmek ve sorunla yaşamayı öğrenmek gerekir.
Peki gerçekten böyle midir? Sorunları kabullenmek mi gerekir? Zulüm varsa zulmü kabullenmek, acı varsa acıyı kabullenmek, kötülük varsa kötülüğü kabullenmek mi gerekir? Bir insan ve bir Müslüman bunu yapabilir mi? Ya da bunu yapan iyi bir insan ya da iyi bir Müslüman olabilir mi?
Elbette ki hayır… Yapamaz… İnsan olmak ve Müslüman olmak; zulme karşı sessiz kalmamayı, zulümlerin sona ermesi ve sorunların çözülmesi için mücadele etmeyi gerektirir. Bu, insani ve İslami bir misyondur.
Diğer taraftan zaman zaman bu umutsuz ve miskin insanlar, mücadeleci insanlara; “mücadele ediyorsunuz da ne oluyor? İdeal ve adil toplum düzenine hiçbir zaman ulaşamayacaksınız” da derler. Ben bu umutsuz ve miskin insanlara, Uruguaylı gazeteci ve yazar Eduardo Galeano ile Portekizli yazar José Saramago arasında, Porto Alegre'de düzenlenen bir panelde geçen diyalogla cevap vermek istiyorum.
Eduardo Galeano, José Saramago’ya; “Ütopya ufuk çizgisi gibidir. Ona doğru iki adım atarım, o da iki adım uzaklaşır benden. 10 adım atarım, bu sefer 10 adım uzaklaşır. Ufuk çizgisine erişilemez. O hâlde, ne işe yarar bu ütopya dedikleri şey?” diye sorar.
José Saramago, ona; “Uzun uzun yürümeye, dostum...” diye cevap verir.
Evet… Belki hiçbir zaman, ufuk çizgisine erişemeyiz. Biz ona doğru iki adım attığımızda o bizden iki adım uzaklaşır, biz 10 adım attığımızda o bizden 10 adım uzaklaşır. Ama ufuk çizgisine ulaşmak için attığımız her adım, bizi ilerletir. Biz yerimizde saymayıp, yürümüş ve ilerlemiş oluruz.
Aynen böyle de belki hiçbir zaman tamamen iyi, mükemmel bir devlet ve toplum düzenine ulaşamayacağız, çünkü bu dünya kusurlu bir dünyadır, cennet bu dünyada değil ahirettedir. Ama ideale ulaşmak için iyi insanlar ve iyi Müslümanlar tarafından atılan her adım, yapılan her mücadele, devletimizi ve toplumumuzu yerinde saymaktan kurtaracak ve geliştirecektir.
Nasıl olsa bir şey değişmez deyip yerinde saymak yerine bir şeyleri değiştirmek için mücadele etmek, bizi ve toplumumuzu eski halimizden daha iyi bir hale getirecek ve geliştirecektir.
Sorunları kabullenip umutsuzluk içinde yaşamak mı yoksa sorunların çözümü için mücadeleye girişmek mi? Karar bizim…
[1] Hikmet Pala, Ütopyalar Tarihi, Ankara, Gece Kitaplığı Yayınları, 2015, s.21