Hukuk devleti ilkesi, çoğulcu demokrasilerin vazgeçilmez unsurudur. Hukuk devletinin ise en önemli unsurlarından biri yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığıdır. Bugün bağımsız ve tarafsız bir yargı sistemine sahip olmayan hiçbir devlet, gerçek anlamda bir hukuk devleti olamaz…

Bağımsız bir yargı sistemi, temel hak ve özgürlüklerin en temel koruyucusudur. Bağımsız olmayan bir yargı, güdümlü bir yargıdır ve diğer kuvvetlerin egemenliği altındadır. Güdümlü bir yargıdan da adalet çıkmaz…

Peki biz Müslümanlar, yargı bağımsızlığı konusunda ne kadar hassasız? Ya da İslam ülkelerinde yargı ne kadar bağımsız?

Cevabım; ne yazık ki bu konuda çok gerideyiz… Oysa ki Asr-ı Saadet (Saadet Asrı) olarak adlandırılan[1] dört halife döneminde birçok konuda olduğu gibi bu konuda da çok hassas bir yaklaşım vardı…

Belki bazılarımızın duyduğu, Hz. Ali’nin kaybolan zırhı davası anlatılır örneğin…

Olay şöyledir; Hz. Ali, Sıffîn Savaşı’na giderken yolda zırhını kaybetmiştir. Savaş bitip Kûfe’ye döndüğünde ise, zırhını bir Yahudi’nin elinde görür. Yahudi’ye; “bu benim zırhımdır. Onu ne birine sattım ne de hediye ettim.” der. Yahudi ise; “bu benim zırhımdır ve benim elimdedir” diye cevap verir.

Hz. Ali, dönemin devlet başkanıdır ve istese zırhı Yahudi’den hemen alabilecek güce sahiptir. Fakat O, bunu yapmaz ve meselenin hâkim önünde halledilmesini teklif eder. Birlikte hâkime giderler. Hâkim, dönemin meşhur kadısı Kadı Şüreyh’tir. Kadı Şüreyh, Hz. Ali’ye; “Ey müminlerin emîri! Aranızdaki mesele nedir?” diye sorar. Hz. Ali; “şu Yahudi’nin elindeki zırh benim zırhımdır. Ben onu ne birine sattım ne de hediye ettim.” diye cevap verir.

Meseleyi anlayan Kadı, Hz. Ali’ye; “bu iddianı ispat edecek delilin var mı?” diye sorar. Hz. Ali ise; “evet, var; hizmetçim Kanber ve oğlum Hasan, bu zırhın benim olduğuna iki şahittir.” diye cevap verir. Kadı Şüreyh ise; “oğlun ve hizmetçin senin yakınlarındırlar. Senin hakkında şahitlikleri geçerli değildir. Başka şahidin var mı?” diye sorar. Bunun üzerine Hz. Ali, başka şahidinin olmadığını söyler ve Kadı Şüreyh de, delil yetersizliğinden davayı Yahudi’nin lehine neticelendirir.

Bu adaletli yaklaşım karşısında ise Yahudi, daha fazla dayanamaz ve “Müminlerin emîri, beni hâkime götürdü, kendi tayin ettiği hâkim de kendi aleyhinde hüküm verdi. Ben şehadet ederim ki, bu din haktır. Ve yine ben şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed de onun Resûl’üdür. Bu zırh senindir. Devenden düşmüştü, ben de almıştım.” der. Hz. Ali, bu neticeye çok sevinir ve “Madem Müslüman oldun, ben de zırhı sana hediye ediyorum.” deyip zırhı Yahudi’ye hediye eder.

Yani Müslümanların devlet başkanı, Müslüman ülkesinde, Müslüman mahkemesinde, bir Yahudi’ye karşı açtığı davayı kaybeder…

İşte bu örnekte de görüldüğü gibi, Asr-ı Saadet (Saadet Asrı) olarak adlandırılan dört halife dönemi, birçok konuda olduğu gibi yargı bağımsızlığı konusunda da çok hassas davranılan altın bir dönemdi. Fakat ne yazık ki Emevilerle birlikte birçok güzelliğin yerini yanlış uygulamalar aldı…

Ve gelelim bugüne… Bugün eğer İslam dünyası, değişen ve dönüşen dünyada söz sahibi olmak ve kendi toplumuna ve bütün insanlığa huzuru, barışı ve adaleti getirmek istiyorsa; bunun yolu bellidir. Bunun yolu nefislere hoş gelen ama içi boş olan hamasi söylemler değildir. Bunun yolu; hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı, çoğulcu demokrasi, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığına sımsıkı sarılmaktır…

Çünkü; toplumlar ve devletler ancak adaletle, istişareyle, bağımsız yargıyla yükselir ve gelişir. İstişarenin olmadığı, adaletin olmadığı, yargının baskı altında olduğu bir ülke gelişemez ve ne kendi toplumuna ne de insanlığa bir katkı sunamaz…

İşte bunun içindir ki İslam dünyasının kurtuluşunun yolu; adaletten, hukukun üstünlüğünden, kuvvetler ayrılığından, hesap verilebilirlikten, şeffaflıktan, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığından geçer…

Asr-ı Saadet derken esas olarak Peygamber Efendimiz (a.s.m)’in yaşadığı dönem kastedilmekle birlikte, bu kavram, dört halife devri ve hatta bazen de tâbiîn ve tebe-i tâbiîn devirlerini de içine alacak şekilde kullanılmaktadır.