05.09.2024 tarihinde gazetede yayımlanan yazımda, özetle; her insanın bir fikre sahip olmasının ve bu fikri savunmasının, hatta bu fikrin ülkede egemen fikir olmasını istemesinin, o fikir açıkça terörü ve suç işlenmesini amaçlamıyorsa, kabul edilebilir ve anlaşılabilir bir durum olduğunu, bu durumun da düşünce ve düşünceyi yayma hürriyetinin bir gereği olduğunu ifade etmiştim.

Yine aynı yazımda; hâl böyle olmakla birlikte, fikirleri yaymak ve egemen kılmak için kullanılan yöntemlerin ise çok önemli olduğunu, hukuk düzeninin kişilere bir fikir özgürlüğü tanıdığını fakat o fikirleri yaymak ve egemen kılmak için kullanılan yöntemlerin de hukuka uygun yöntemler olmasını istediğini, ülkemizde çeşitli fikir gruplarının siyaset, bürokrasi (bir yöntem olarak kabul edilebilir mi?) ve sosyal yöntemler olmak üzere temelde üç yöntemi kendilerine seçmiş gibi göründüklerini belirtmiş, bu yöntemleri incelemeye çalışmış, siyaset yönteminin sakıncalarından, bürokrasi yönteminin ise aslında bir yöntem olarak bile ele alınamayabileceğini hatta hukuka aykırı olarak bile değerlendirilebileceğini belirtmiş, bana göre en makbul ve hukuka uygun yöntemin ise sosyal yöntemler olduğunu ifade etmiştim.

Evet gerçekten de öyle… En makbul yöntemler, sosyal yöntemlerdir. Çünkü; eğer bir kitle, akıl yoluyla ikna edilemezse ve o kitlenin kalplerine dokunulamazsa, güç ile o kitleye hiçbir şey yaptırılamaz. Yaptırılabilirse bile; zorla yaptırılan o davranışlar, samimi ve kalıcı davranışlar olmaz. Güç sona erdiğinde kişiler, yine bildiklerini okumaya devam ederler.

Örneğin; İslami hassasiyetleri olan bir kitlenin, güçlü bir konuma geldiklerini ve insanlara zorla namaz kıldırdıklarını varsayalım. (İslam, elbette ki sadece namazdan ibaret değildir; adalet, hukuk, merhamet gibi İslamın başka da çokça güzelliği vardır. Bu hususu bir tarafa bırakarak; namazı, örnek amaçlı veriyorum.) Güç ve baskı ile hiçbir şey yaptırılamaz ama diyelim ki o insanların bir kısmı baskıdan korktular ve korku ile namaz kıldılar. Bu namaz, makbul bir namaz olur mu? İçten gelmeyerek, zorlama sonucu yapılmaya mecbur kılınan bir davranış, samimi ve ihlaslı bir davranış olabilir mi? Ya da baskı sonucu namaz kılan o kişiler, muktedir kitlenin gücü bittiğinde ve baskı ortadan kalktığında, namaza devam mı ederler yoksa hemen bırakırlar mı?

Yıllar önce değerli bir hukuk profesöründen bir metafor dinlemiştim. Metafor şöyledir;       

Bir saksı var. Ve bu saksıdaki toprağa ekili otlar var. Fakat bu otlar, sararmış durumda. Saksının üzerinde de şeffaf bir kap var. Yukarıdan saksıya yeşil ışıklı bir el feneri tutuluyor.

Dışardan bakan bir kimse, saksıdaki otları yeşil görüyor. Halbuki otlar sararmış vaziyettedir; fakat el fenerinden yayılan yeşil ışık, sarı otları yeşil gibi göstermektedir. Ta ki el fenerinin pili bitene kadar…

Pil bittikten sonra, gerçek ortaya çıkar… Otların aslında yeşil olmadığı, sarı olduğu görülür.

Hocanın bu metaforunda; saksı ve toprak ülke, otlar ülkede yaşayan insanlar, el feneri ise iktidar ve üst yapıdır.

İktidar ve üst yapı, gücün ve konjonktürün etkisiyle topluma yapay bir renk verebilir. Fakat iktidar sona erdiğinde veya el değiştirdiğinde, yapay renk, hızlıca devre dışı kalır ve gerçek renk ortaya çıkar.

Hoca bu metaforda, İslamcı kitleler için konuyu ele aldığından, yeşil ışık üzerinden hareket etmişti. Fakat el fenerinin rengini farklılaştırıp, metaforu zenginleştirebiliriz. Örneğin; sosyalist kitleler için kırmızı ya da başka kitleler için başka renkler tasvir ederek metaforu zenginleştirebiliriz.

Yine hocaya göre; metaforda, eğer saksıya yeşil ışıklı el feneri tutmak yerine saksıdaki otların yavaş yavaş sulanması ve onlara gerekli minerallerin verilmesi yöntemi tercih edilseydi, bir süre sonra otlar, zaten kendiliğinden yeşermeye başlayacak ve bu yeşerme hakiki, doğal bir yeşerme olacaktı.

Lafın özü; bir ülkede, tabanda hakiki ve doğal yollarla bir değişim ve dönüşüm elde edilemezse, üst yapının etkisiyle elde edilen değişim ve dönüşümler, aslında gerçek değil yapay değişim ve dönüşümlerdir.   

Onun için zannımca; bir ülkede toplumda değişim ve dönüşüm arzu eden, fikirlerini yaymak isteyen çeşitli kitleler, siyaset ve bürokrasinin esrarına fazla kapılmamalı, esas olarak hukuk düzeninin kendilerine tanımış olduğu ifade hürriyeti çerçevesinde hukuka bağlı kalarak, hukuk sınırları içinde sosyal yöntemlerle, akılları ikna ve kalpleri fethederek mücadelelerine devam etmelidirler. İlle de siyaset yapacaklarsa da; siyasetlerinde hukukun üstünlüğünü, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığını, kuvvetler ayrılığını, amasız fakatsız adaleti, çoğulcu demokrasiyi savunmaları ve bu değerlerin tam olarak hayata geçirilebilmesi için çalışmalıdırlar. Bu kitlelerden bürokrat olanlar ise, her bürokrat gibi amirlerinin ve hukukun emrinde olmalıdırlar. (Anayasanın 137. maddesi kapsamında konusu suç teşkil eden emirler hariç). Aklıselimin ve hukuka bağlılığın gereği de budur. Vesselam…