Bir topluma adalet nasıl gelir? Ya da adalet mekanizması nasıl daha iyi hale getirilebilir?

Adalet, gökten zembille mi iner? Ya da yukarıdan yapılan kanuni düzenlemeler ile mi?

Elbette ki hayır… Ya da tek başına bunlarla değil… Meşhur Fransız düşünür Voltaire; “En iyi kanunlar kötü uygulayıcıların elinde zalim, en kötü kanunlar iyi uygulayıcıların elinde âdildir.” der. Yani eğer hâkim; nitelikli ve adaletli bir hâkim değilse, aslında kanunun çok iyi bir kanun olmasının pratikte pek de bir karşılığı yoktur.

Yani adalet, sadece yukarıdan yapılan kanun ve diğer mevzuat değişiklikleriyle tesis edilemez. Elbette ki kanunların ve diğer mevzuatın kaliteli olması, adalet sistemi açısından önemlidir. Fakat bu durum, tek başına yeterli değildir.

Adalet, asıl olarak ve temel olarak; tabandan, yani toplumdan gelebilecek bir şeydir… Aristoteles  ve  Farabi'den  sonraki  üçüncü  öğretmen  yani  “Muallim-i  Salis”  olarak

bilinen İbn Miskeveyh; insan nefsinin bilgi, öfke ve şehvet gücünden hikmet, şecaat ve iffet gibi

üç erdem doğduğunu, adaletin ise bu üç erdemin insanın ahlaki yapısında gerçekleşmesiyle kazanılan ve hepsini kuşatan dördüncü temel erdem olduğunu söyler. Ve Miskeveyh’e göre bu erdemlere sahip olan kimse, “adaletli”; cehalet, korkaklık ve iffetsizlik gibi aşağılık niteliklere sahip olan kimse ise, kendisinden zulüm doğacağı için “zalim” diye adlandırılır.1

Miskeveyh’in bu yaklaşımı çerçevesinde, zannımca; bir topluma adaletin gelmesi ya da o toplumda daha iyi bir adalet sisteminin inşa edilebilmesi için de öncelikle ve esas olarak o ülkenin insanının şecaat sahibi, hikmet sahibi ve iffet sahibi olması gerekir.

Yıllar önce yayınlanan bir televizyon dizisinde, bir hukuk fakültesinde geçen şöyle bir sahne yer almıştı. Sahnede; bir hukuk hocası sınıfa girer. Öğrencilerden birine haksız yere bağırmaya başlar ve o öğrenciye tahtada tek ayak üzerinde durması gerektiğini söyler. Öğrenci itiraz edince de onu “eğer dediğimi yapmazsan seni bu dersten bırakırım” diye tehdit eder. Sınıftaki diğer öğrenciler de bu olaya şahit olur fakat hiçbirinden çıt çıkmaz. Daha sonra hoca, sınıfa; “kanunlar ne için vardır?” diye sorar. Öğrencilerden çeşitli cevaplar gelir. En son bir öğrenci “adalet için” cevabını verir. Bunun üzerine hoca, “işte bu… adalet için…” der. Ardından sınıfa; “peki ben az önce bu arkadaşınıza âdil davrandım mı?” diye sorar. Sınıftan hep bir ağızdan “hayır” sesleri yükselir. Bunun üzerine hoca, “peki o zaman niye itiraz etmediniz, neden savunmadınız arkadaşınızı?” diye sorar. Sınıf sus pus olur. Öğrencilerden biri ise “ama siz hocasınız. Burada bizden daha fazla yetkilisiniz. Biz size ne diyebilirdik ki?” diye cevap verir. Bunun üzerine hoca şöyle der; “çok şey… bana çok şey diyebilirdiniz… Hukuk önemli. Hukukun incelikleri çok önemli. Ama siz bu sıralarda olduğunuza göre bu konuda bir potansiyeliniz vardır. Ben size başka bir şey öğreteceğim arkadaşlar… Ahlak… Çünkü ahlak yoksa adalet yoktur… Biraz önce despotluğumu kabullendiniz. Kabullenmeyeceksiniz… Siz bu okuldan mezun olduğunuz zaman bu ülkenin savcıları, hâkimleri, avukatları olacaksınız. Konum olarak sizden güçlü olanlar, adaletsiz kararlar vermenizi talep edebilirler. Siz bunu kabul etmeyeceksiniz… Size hayır demeyi öğreteceğim…” der.

Gerçekten de öyle… Cesaret ve ahlak yoksa adalet yoktur… Örneğin bir ülkede zalim bir yönetimin olduğunu ve bu zalim yönetimin de bir bireye ya da toplumun belirli bir kesimine haksızlık yaptığını, zulmettiğini varsayalım. Böyle bir durumda, toplumun diğer bireyleri ve diğer kesimleri, bu zulme karşı mı gelecek yoksa sessiz mi kalacaktır?

İşte bu soruya verilen yanıt ile bir topluma adaletin gelip gelmemesi doğrudan bağlantılıdır. Eğer toplumun diğer kesimleri, zulme uğrayan insanların zulme uğradıklarını bilmelerine rağmen “bana ne” deyip ya da “tepki gösterirsem benim de başıma bir iş gelir” deyip sessiz kalırsa, orada zalimi durdurabilecek toplumsal bir itici güç yok demektir. İşte böyle bir toplumsal ortamda da adalet sisteminin iyileşmesini beklemek, o topluma adaletin gelmesini beklemek, olsa olsa miskin bir teslimiyetçilik olacaktır. Çünkü adalet, cesur ve ahlaklı insanların omuzlarında yükselir…

Diğer taraftan toplumun hikmet sahibi olması ile adalet arasında da doğrudan bir bağlantı vardır. Çünkü adalet, bilgi ile gelir. Cehaletin olduğu yerde adalet olmaz, olamaz… Bu eşyanın tabiatına aykırıdır. Eğer bir toplum cahilse, başta kendi hukuku olmak üzere hukuka ve adalete dair bir bilince sahip değilse; bu durum, zalim yöneticilere nefes olmaktan başka bir işe yaramaz.

Sonuç olarak daha âdil bir ülke ve daha âdil bir dünya istiyorsak; ben de dâhil olmak üzere hepimizin nefsimizin bilgi, şehvet ve öfke güçlerinin; hikmet, iffet ve şecaat erdemlerine tekâmülü noktasında daha çok çaba sarf etmemiz gerekiyor…

Ey Âdil olan Allah’ım! Bizlere; zor durumda kalacak olsak bile hakkı ve hakikati söyleyebilecek şecaati, haramdan ve kötü işlerden uzak durabileceğimiz bir iffeti ve eşyanın, olayların mahiyetini görebilecek bir hikmeti ihsan eyle! Âmîn…

-----------

1 ALTINTAŞ, Ramazan. “İbn Miskeveyh'in Adalet Anlayışı” Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 2 (1998): 237-249