KADEM Kadın Araştırmaları Dergisinde yer alan Esra Aslan Turan imzalı bir yazı incelendiği zaman, tüm Müslümanların başvuru kitabı olan Ömer Nasuhi Bilmen’in Büyük İslâm İlmihali kitabını yerden yere vurduğu görülüyor.

Sadece kadın gözüyle meselelere yaklaşan yazar, Büyük İslâm İlmihali’nde Ömer Nasuhi Bilmen’in, kadını bütün konularda ikinci sınıf olarak gördüğünü beyanla sadece büyük İslâm âlimini değil, âyet ve hadislerle sabit olan konuları bile eleştirmekten çekinmiyor.

Giriş kısmında “Türkiye halk dindarlığının kurucu unsurlarından biri olarak görebileceğimiz Ömer Nasuhi Bilmen’in Büyük İslam İlmihali’nde ortaya konulan fetvalarda, kadın ve erkek olmanın ele alınma şekli, metnin tamamı gözden geçirilerek irdelenmiştir. Çalışma sonucunda kadını erkeğe karşı ikincil gören; gücü, iradesi, yönetme ve ifade etme kabiliyeti eksik biri olarak kodlayan geleneksel değer yargılarının Büyük İslam İlmihali’ndeki dinî hükümleri de şekillendirdiği görülmüştür” ifadelerinin yer aldığı makalenin bundan sonraki ana bölümünde, İslâm’a ait ne varsa hepsinde kadınların ikinci sınıfta kabul edildiğini belirterek, sadece Bilmen Hocanın değil İslâm âlimlerinin tamamınca kabul edilen, âyet ve hadislere dayanan görüşleri reddediyor. 

Yer yer alıntılarla desteklenen makalede yazar, “Din ve Toplumsal Cinsiyet İlişkisi” ara başlığı altında; “Toplumsal cinsiyetin yapılandırılmasında din, sıklıkla başvurulan kaynakların başında gelir. Hak ve sorumlulukların dağıtılmasını etkileyen sosyal bir kurum olarak dini inanç ve bağlılıklar, toplumsal cinsiyet rollerini kurmak ve güçlendirmek konusunda merkezî bir rol oynar. Sıradan insanların toplumsal cinsiyet değerlerini ve normlarını öğrenmeleri sürecinde dinsel öğretiler önemli oranda bağlayıcı bir güce sahiptir. Özellikle kadın bedenini kavrama şeklimiz dinin güçlü etkisi altındadır. Bu etki, değerlerle ilgili anlayışlarımızla da bağlantılıdır. Din, normatif değerlere toplumsal bir çerçeve ve meşruiyet kazandırmada, kendimize ve çevremize dair yaklaşımlarımızı yapılandırmada oldukça işlevseldir. Benzer şekilde erkekliğin ve kadınlığın ne demek olduğunu öğreten kanallardan biri dinî mesajlardır. Bunlar, toplumsal cinsiyet rollerini ve farklılıklarını meşrulaştırarak benimsetmenin güvenli yollarıdır. Dinî inanç ve bağlılıklar toplumsal cinsiyet değerlerine bağlılık kurmada da etkin işlevler icra eder. Bu açıdan bakıldığında Müslüman dinî kültür, Tanrı’dan erkeğe oradan da kadına uzanan geleneksel bir hiyerarşi ortaya koyar. Erkekler lider, kadınlarsa annedir. Erkek güçlü bir koruyucu, kadınsa zayıf ve korunmaya muhtaçtır. Din kanalıyla bahsi geçen bu farklılıklar ve bağlı olduğu anlamlar meşrulaştırılmış, normalleştirilmiş olur. İslami gelenekte bedensel etkinliklerin nerede ne şekilde ortaya konulması gerektiği ayrıntılı olarak tartışılmıştır. Buna göre Müslüman toplumların çoğunda kadınların bedenlerini ve cinselliklerini kendilerine değil aile, cemaat ya da devlete ait gören egemen bir anlayış hâkimdir. Bu anlayış geleneklere ve toplumsal davranışlara olduğu kadar yasalara ve devlet politikalarına da sızdığı için çok sık rastladığımız insan hakları ihlallerine yol açmaktadır. Bu ihlaller yazılı yasalardan daha yaygın bir şekilde çeşitli mekanizmalar yoluyla kadınların giyim ve hareket özgürlüklerini kısıtlamak gibi davranışlardan kadın sünneti ve namus cinayetlerine kadar çeşitlenmektedir. Tam da bu noktada din kadınlara yönelik kısıtlayıcı uygulamaların ve hak ihlallerinin güçlü meşrulaştırıcısı olarak kötüye kullanılmaktadır. Çünkü İslam da birçok din gibi varlığını devam ettirmek için çeşitli coğrafyalarda birçok gelenek ve İslam öncesi uygulamayla uyumlu hale gelmiştir.” diyerek daha başlangıçta dinle ilgili bakış açısını ortaya koymuş oluyor.

Makalenin giriş kısmının devamında, “Kutsal kitapların çoğu erkek egemen tarihsel ve toplumsal bağlamlarda ortaya çıktığı için, dinî kültürün cinsiyete dair yaklaşımı da bu bağlama uygun bir şekilde –kadınların beden ve cinselliklerinin denetlenmesi– gelişmiştir. Dinî metinler toplumsallıkları ölçüsünde belirli toplumsal cinsiyet rollerini kurgulamanın, meşrulaştırmanın ve pekiştirmenin en etkili ve kapsayıcı araçları olmuşlardır. Erkek egemenliğine dayalı bu sistem kültürü, dili, dini, eğitimi, ekonomiyi ve benzeri tüm sosyal yapıları kendisini yeniden üretmek için kullanmıştır” ifadeleri kullanılarak Kur’an’ da tahrif edilmiş Tevrat ve İncil ile birlikte erkek egemenliğini esas alan bir kitap olarak görülmektedir.    

Makalenin “Ömer Nasuhi Bilmen’in Büyük İslam İlmihali’nde Toplumsal Cinsiyet Anlayışı” başlıklı ana bölümünde ise şu görüşlere yer verilmektedir.  

“Bu ilmihalde, gerek genel hükümler konulurken gerekse ayrıntılarda, erkeklerin kadınlara göre daha öncelikli ve üstün tutulduğuna dair kırk küsur ifade bulunmaktadır. Bu ifadeler erkekliği daha öncelikli, malik ve ciddiye alınan bir cinsiyet olarak nitelemektedir. Daha çok köleler ve çocuklarla ilgili hükümlerle bir arada değerlendirilen kadınlığın ise yetkinliği, iradesi ve eylemleriyle daha eksik bir cinsiyet olarak görüldüğü kanısı uyanmaktadır. Namaz Kitabı’nda “İmamlık ve Cemaat” başlığı altında imamlık şartları içinde erkek olmak da sayılmıştır. Devamında ise kadınların kadınlara imamlık yapmasının mekruh olmakla beraber caiz olduğunu, şayet kadınlar kendi aralarında cemaatle namaz kılacak olurlarsa imam olacak kadının aralarında durması ve cemaatin önüne geçmemesi gerektiği, öne geçmesinin mekruh olduğu ifade ediliyor.

Cemaat safının nasıl kurulacağı ile ilgili hükümlerde, “Kadınların Erkeklerle Aynı Hizada Bulunması” başlığı altında, cemaatin farklı gruplardan ibaret olması halinde imamın arkasında önce erkeklerin, sonra erkek çocukların, sonra da kadınların saf bağlaması gerektiği vurgulanıyor. Bu tertibe erkek ve erkek çocukların riayetlerinin sünnet, kadınların riayetlerinin ise farz olduğu ifade edilerek cemaat namazlarında saf tutma konusunda uyulması gereken cinsiyet hiyerarşisine dair anlayış ortaya konuluyor. Bu hiyerarşi aslında toplumda erkek, erkek çocuk, kadın ve kız çocuğu olmanın değerine ilişkin bir sıralamayı yansıtıyor.

Bilmen kadınların namazlarıyla hanelerini nurlandırmalarının kendileri için pek büyük bir şeref olacağını söylüyor ve devamında buna “Oturduğunuz yerleri, evlerinizi namaz ile Kur’an-ı Kerim okumakla nurlandırınız.” hadisini referans gösteriyor. Böylece dinî söylem çok güçlü bir caydırıcı olarak Müslüman toplumlardaki geleneksel yaşayış biçimini, burada kadınların görülmek istendiği yeri işaretleyerek meşrulaştırıyor. Kamusal hayattan dışlanarak ev içi hayatla sınırlanan kadınlar dini fetvalar ve ikazlar yoluyla bunu bir dinî vazife olarak da görmüş oluyor.

Cuma namazı bahsinde bu ibadetin farz olmasının birinci şartı olarak erkek olmak sayılıyor ve kadınlara farz olmadığı ifade ediliyor. Bunun hemen devamında ikinci şartın hürriyet olduğu ve bu nedenle de cuma namazının kölelere farz olmadığı ifade ediliyor.

Namazın mekruhları bahsinde, erkeklerin secde ederken kollarını tamamen yere döşemelerinin namazı bir zaruret bulunmaksızın ipek elbiselerle kılmalarının ve secde ederken uzatmış oldukları saçlarını yere değmesin diye kadınlar gibi toplayıp başlarının üzerinde bağlamalarının mekruh olduğu ifade ediliyor. Bu davranışlar erkek egemen toplumda iktidarı korumanın şartlarından birinin katı cinsiyet sınırları olduğunu, özellikle de kadınlara benzememenin erkekliği devam ettirme şartlarından biri olduğunun dinî anlayış tarafından da içselleştirildiğini gösteren bir örnek olarak okunabilir. Öteki cinsiyetin sınırlarında dolaşmak, kadınlığa doğru ilerlemek, erkek için irtifa ve itibar kaybetmek demektir. Dini öğretenlerin çoğunluğunun erkek olması, bu geleneğin kutsanarak devam etmesini beraberinde getirmiştir. Ataerkil toplumda yönetmek, yönlendirmek gibi hâkimiyet içeren fiiller erkeğe özgü görülmekte, kadınların ise tabi ve uyumlu olmaları beklenmektedir.

Cenaze namazı sırasında kadınların erkeklerin arkasında saf bağlayacakları, çünkü kadınlar için safların en hayırlısının en geride bulunan saf olduğu, kadınların cenaze kaldırmalarının tahrimen mekruh olduğu, bundan dolayı sevaba değil günaha girmiş olacaklarına dair hükümler kamuya açık toplumsal bir ritüel olan cenaze töreninde, kadınların erkeklerin gerisindeki pasif konumunun ilanı ve teyidi olarak görülebilir.

Kabirleri haftada bir gün özellikle Cuma ve Cumartesi günleri gidip ziyaret etmenin erkekler için mendup olduğunu, yaşlı kadınların da ibret almak, bereketlenmek için ve bir fitne korkusu bulunmadığı sürece kabirleri ziyaret edebileceklerini, bunda bir sakınca olmadığını ifade eder. Kadınların cinselleşmesi, kamusal faaliyet ve hareketliliklerinin kısıtlanması, sadece ev içinde ve onunla ilgili işlerle hayatını devam ettirmelerinin beklenmesi kendilerini her konuda erkeğin müsaadesine tabi kılmaktadır.

Büyük İslam İlmihali’nin Oruç Kitabı’ndaki orucun türleri bahsinde, bir kadın için kocasının izni olmaksızın nafile oruç tutmasının mekruh olduğu ve kocanın bu orucu bozdurabileceği, kadının kocası izin verdiği takdirde veya kocasından ayrı düşünce bunu kaza edeceği ifade ediliyor. Burada kadınların erkeklere karşı vazifelerinin Allah’a ibadetle ilgili tasarruflarına bile öncelenebildiğini görüyoruz. Dinî hükümler yoluyla erkeğin tasarrufu ve emri altında bir çalışanmış gibi resmedilen kadına, herhangi bir itiraz, itaatsizlik veya direniş halinde yönelecek şiddet böylelikle normalleşmiş olur.

Aynı kitabın “İtikâf” bahsinde itikâfın, içinde cemaatle namaz kılınan herhangi bir mescitte yapılabileceği, büyük camilerde yapılmasının daha faziletli olacağı, kadınların da kendi evlerinde mescit edinilen bir odada itikâfta bulunacakları, buraların onlar için bir mescit sayıldığı, kadınların evleri dışındaki mescitlerde itikâf etmeleri caizse de mekruh olduğu hükümleri yer alıyor. Buna göre kadınların kendi evlerinde namaz kılmaları, mescitlerde namaz kılmalarından daha faziletli olduğu gibi evlerinde itikâfları da her türlü fitne ve fesattan uzak olması sebebiyle mescitlerde itikâfta bulunmalarından daha faziletlidir. Eserde kadınların evden çıkmaması için elden gelen bütün imkânların kullanıldığı, her türlü ihtimalin düşünülerek kadınları dışarı çıkmaktan caydıracak şekilde dinî kavramlarla (mekruh) bir korku yaratıldığı söylenebilir.

Kadınların bireysel ve kamusal haklardan dışlanmış, erkeğin iznine tabi bir köle veya çocukla bir arada değerlendirildiği, devam eden bölümlerde de açık bir şekilde fark edilir. “İtikâf” bahsinde itikâf için ergenlik, erkeklik ve hürriyetin şart olmadığını, bundan dolayı da akıllı çocuğun, kadının, kölenin itikâflarının da sahih olduğu, fakat kadının itikâfının varsa kocasının, kölenin itikâfının da efendisinin iznine tabi olduğu ifade ediliyor. Kadın ve kölenin itikâfa nezretmiş bile olsalar bunu izinsiz yapamayacakları, kadının ancak kocasından ayrı kaldığı günlerde kölenin ise azat edildikten sonra kaza edebileceği belirtiliyor.

Kadınların bu şekilde erkeklerin idare ve tasarrufundaki çalışanlar gibi değerlendirildiğini Zekât Kitabı’nda da görürüz. Burada zekâtın gerekliliği için tam bir mülk bulunması gerektiği, yani bir malın olmasıyla ona mülkiyeti aynı anda bulundurmak gerektiği, bu sebeple bir kadının mihrini eline almadıkça bundan dolayı zekâtla mükellef olamayacağı, çünkü o mala sahipse de henüz eline geçmiş olmadığı ifade ediliyor.

Kadın ve erkek arasındaki ilişki hakkında bir tür efendi-köle münasebetini anımsatacak ifadelerin kullanılması, hac ile ilgili kısımda da görülür. Hac Kitabı’nda haccın şartları bahsinde hac için en az 18 saatlik yolculukta bulunması gereken bir kadının yanında kocası veya sonsuza dek mahremi olan bir erkek bulunması gerektiği, yanında bu şekilde akıllı ve baliğ biri bulunmayacak bir kadının haccetmesinin farz olmadığı ifade ediliyor. |

Kadınların eksik görülmesi değer sıralamasında da kendilerine verilen düşük mertebeyi açıklıyor. Bunu kurban bahsinde de görüyoruz. Kurban ve Av Kitabı’nın “Akika” kurbanı bahsinde oğlan çocuğu için kesileceği gibi kız çocuğu için de akika kurbanı kesileceği ve her biri için bir koyunun kesilmesinin yeterli olacağı söyleniyor. Bununla beraber oğlan çocuğu için iki koyun kesilmesi görüşünde olanların da bulunduğu belirtiliyor.

Ataerkil kültürde kadınlar varoluşsal eksiklikleri nedeniyle yanlış bir şey yapmamaları için sürekli izne tabi olmalıdır. Kadınlar erkeklerin denetimindeyken erkek egemen dünya tehlikelerden korunmuş olur ve devamı sağlanır. Bu nedenle kadınların dünya ile irtibatları kocalarının veya ailelerindeki erkeklerin inisiyatifine bırakılır. Kadınların dünya ile onların kendileri için uygun gördüğü ölçüde bir ilişki kurmaları dinî argümanlarca da kutsanır.

Bilmen’e göre yeter ki kadınlar İslam adabına uygun bir tarzda hareket etsin. Burada İslam adabına uymak özellikle kadınlar için yer yer hep tekrar eden bir şeydir. İslam Ahlak Kitabı’nda ailevi vazifeler başlığı altında da kocanın ve kadının başlıca vazifeleri sıralanırken kocalar için hayırlı olanın hanımlarına iyi davranmak olduğu çeşitli hadislerle desteklenerek ortaya konulurken; kadınların başlıca vazifelerinin ise “kocasının meşru emirlerini tutmak, onun namusunu, haysiyetini koruyup haline kanaat etmek, israftan kaçınmak ve ev hanımı olacak bir vaziyette bulunmak” şeklinde detaylandırılıyor.

Kadınlar ve erkekler evlilikle ilgili konularda da farklı ölçütlere göre değerlendiriliyorlar. Buna göre “Müslümanlıkta Aile ve Akrabalık İlişkileri” bahsinde bir Müslüman ehl-i kitap olan bir Yahudi veya Hristiyan kadını nikahlayabilse de Müslüman bir kadının hiçbir gayrimüslimle evlenemeyeceği, bunun dinen kesin bir şekilde haram kılındığı, böyle bir durumun İslam şerefine, İslam menfaatine ve Müslüman kadının kişisel kurtuluşuna ve mutluluğuna aykırı olduğu ifade ediliyor. Burada dinî bir yasak olarak kadınlara konulan engel, bütün bir Akdeniz kültüründe, tarihi İslam’dan çok öncelere giden yabancı erkekleri hane içine almama pratiğinin dinsel bir versiyonu olarak görülebilir. Bu tür topluluklarda şeref kadınların bedenlerini yabancı erkeklere karşı güvende tutan erkeklere bahşedilen onurdur. Bu kültürlerde kadın, sahip olunan bir şey olarak yabancı biriyle evlendiğinde kaybedilen, karşı tarafın hükmü altına girmiş biri olarak düşünülür. Bu nedenle kadınların yabancılarla evlenmesi topluluğun menfaatine ve kadının mutluluğuna engeldir.”

Makalenin sonuç bölümünde de yazar şu görüşlere yer veriyor. “Dinî literatürün önemli bir parçası olan ilmihal kitaplarından biri olan Büyük İslam İlmihali’nde, kadınların insan olarak erkeklerle eşit olduğu; inanç, ibadet, günah, sevap gibi hususlarda aynı sorumluluğa sahip oldukları ifade edilirken; dinî ve toplumsal hareketlilik, liderlik, şahitlik, miras gibi konularda eşit olmadıklarını ortaya koyan hükümler bulunmaktadır. Yani kadının, özgür ve sorumlu bir birey olarak varlık alanı iman ve ibadet gibi doğrudan Allah’a karşı sorumluluklarıyla sınırlandırılmakta, kamusal alandaki varlığı ve bununla irtibatlı sorumlulukları çoğunlukla din adına elinden alınmaktadır. Fetvalarda kadına ve erkeğe yönelik dinî anlayış ve beklentiler geleneksel kabuller etrafında kurulmakta, kadın yetişkin bir insan olarak değil, kimi zaman çocukla kimi zaman ise köleyle bir arada düşünülebilen bir mertebede, daha çok toplumsal cinsiyet anlayışına bağlı görevleriyle ele alınmaktadır.

Dinsel söylem yoluyla aktarılan ataerkil gelenek, kadına ve erkeğe biçtiği farklı statüler ve onları birbirinden ayrıştıran, farklılaştıran, hatta erkeği üstün tutan mesajlarıyla toplumsal cinsiyet rollerini keskinleştirmektedir. Erkeğin kadına üstün tutulması, kadının kocası veya babası tarafından korunmaya muhtaç olarak tanımlanması da özellikle ülkemizde çok yaygın bir şekilde rastladığımız kadına yönelik çeşitli şiddet biçimlerinin temelinde yatmaktadır. Bu durum kadınların yaşadıkları hak ihlallerinde dinî söylem ve otoritelerin de büyük sorumluluğu olduğunu gösteriyor. Bu çerçevede bu çalışmada toplumsal cinsiyet yaklaşımı analiz edilen Büyük İslam İlmihali’nde ortaya konulan hükümlerde erkeğin, bireysel özgürlükleri kadına göre tam olan bir cinsiyet olarak esas muhatap şeklinde görüldüğü, kadınların ise daha çok cinsel özellikleri ve rolleri üzerinden ele alınan, ev dışındaki hareketlilikleri ve etkinlikleri dinî engellerle mümkün olduğunca kısıtlanmaya çalışılan, köleler ve çocuklar gibi hukuken erkeğin hükmü altında olan bir cinsiyet olarak konumlandırıldığı görülmüştür. Bu açıdan Bilmen’in ilmihali, kendi döneminin cinsiyet ayırımcı geleneksel toplumsal değerlerini yansıtan, tekrarlayan, onaylayan ve pekiştiren bir yaklaşım ortaya koymaktadır.

Kadınları toplumsal hayatın dışına itmek, onları ev merkezli görevlerle sınırlamak ve çeşitli söylemler yoluyla erkeklere ait alanlarda bulunmalarını gayri meşru ilan etmek her yerde olduğu gibi ilmihallerde de karşımıza çıkmaktadır. Aile içi geleneksel işbölümü vurgusu içeren tanımlama biçimleriyle kadınların evin dışında üretmelerinin, kamusal ağların ve bununla bağlantılı farkındalıkların bir parçası olması engellenmiş olmaktadır. Oysa ilmihal gibi yaygın etkisi olan dinî metinlerin, kadınları erkeklere itaat etmesi beklenen sessiz köleler olarak tasarlayan kabullerden arındırılması gerekmektedir. Erkek ve kadın arasında insani ve hukuki eşitliğe dayalı bir yaklaşımla dinî metinlerin kadınları kısıtlayıcı argümanların hüküm sürdüğü bir alan olmaktan çıkarılması, dinî alanı kadınlar için de daha güvenli hale getirecektir. Eğitimli Müslüman kadınlar artık geleneksel dinsel söylemin kendileri hakkındaki yaklaşımından rahatsızlık duymakta ve onu sorgulamaktadırlar. Bunun için de adalet ve eşitlik gibi temel insani prensiplerden yola çıkarak fıkıh ve tefsir literatürünün cinsiyetçi kodlarının gözden geçirilip yeniden yorumlanması gerektiğini daha çok dillendirmektedirler.”

KADEM Dergisinde yer verilen Esra Aslan Turan’ın makalesi bu şekilde. Makalede sadece Ömer Nasuhi Bilmen eleştirilmiyor, aynı zamanda âyet ve hadisler de eleştiriliyor. İsteniyor ki dinde kadınları bağlayıcı hiçbir hüküm olmasın. İsteniyor ki kadınlar dinde de tamamen özgür olsun, istediklerini yapsınlar ve din hiçbir şekilde kadınlara karışmasın. Kadınlar konusundaki İslâm’ın hükümlerine karşıyız diyemedikleri için Ömer Nasuhi Bilmen’in görüşlerine karşı çıktıklarını söylüyorlar.

Yazarın savunduğu aslında deizmin savunduğu görüştür. Allah’ın varlığına inanan ancak O’nun koyduğu kuralları kabul etmeyen bir görüş olan deizm ile yazarın bu yazısında savunduğu görüş arasında hiçbir fark yoktur.

Daha önce çeşitli konularda feminizmin görüşlerini İslâm’ın görüşlerine tercih eden Kadem yöneticileri dergide yer verdikleri bu yazı ile niyetlerini bir kere daha açığa vurmuş oluyorlar. Kadem nereye koşuyor? Cumhurbaşkanımızı bunların şerlerinden korumak gerekir. Sağlıklı ve mutlu yarınlar diliyorum.