“Saçma ey göz eşkten gönlümdeki odlare su,

Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su.”

(Ey göz! Gönlümdeki içimdeki ateşlere gözyaşımdan su saçma. Çünkü bu kadar çok tutuşan ateşlere su fayda vermez.)

“Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem,

Yâ muhît olmış gözümden günbed-i devvâra su.”

(Dönüp duran kubbenin rengi su rengi midir, yoksa gözümden akan su devreden kubbeyi mi kaplamıştır, bilemem.)

Fuzûli’nin Su Kasidesi, toplamda 32 beyitten meydana gelmektedir. Kasidede bulunan kelimeler aruz ölçüsüne uygun olan seslerden oluşturulmuştur.  Vezin: (fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün)  Su Kasidesi’nde Hz. Muhammed (S.A.V.) su olarak düşünülür.

Su Kasidesi’ni çözümlemek, onu irdelemek, şahsen benim boyumu katbekat aşan bir husustur. Bu konuya değinip daha anlaşılır, konularla 'su'dan yana söz söylemeye devam edelim. Naçizane, ‘Su’ başlıklı bir yazı yazmamızdır kasideye baş vurmamızın sebebi.

Çocukluğum, akarsuların köyümüzün bütün arazilerine, ister düzenli arklar, hendekler vasıtasıyla, isterse kendi başına buyruk, sızıntılarla dağıldığı su şırıltılarının, cırcır böceği seslerine karıştığı bir ortamda geçti.

Akarsu boyunda çok fazla çayırlık vardı ama bunların içinde küçük bir çayırlıkta üç beş metrekarelik bir ‘büğet’ bulunuyordu. 'Büğet'' hani belgesellerde su samurları çalı çırpı ne varsa suyun aşağı kısmına yığar da bu yığıntının geri kısımda su birikir ya işte ona deniliyor. “Küçücük gölet” demek yani... Biz köy çocukları o ‘büğet’lerde çimerdik.

Bir gün, boyu iki metreye yakın Necati abimiz ve biz çocuklar pantolonlarımızı, işliklerimizi (gömlek) çıkarıp, uzun paçalı iç donlarımızla o ‘büğet’te çimmek üzere pozisyon aldık.

Necati abimiz bizden yaşça büyüktü.

"Durun ben şu ‘büğet’te bir kavak göçeyim." dedi ve olduğu yerde yüz üstü kapakladı kendini suyun yüzüne... Kapaklamasıyla, "Anam!" diye bağırması bir oldu. Zaten 20-30 santimetre bir derinliği olan ‘büğet’in içindeki bir anız, Necati ağabeyimizin karnını delmişti. O imkânsızlıklar içinde nasıl tedavi edildiğini pek hatırlamıyorum.

O ‘büğet’e akan ve köyümüzün sulama suyu olarak kullanılan su köyden yaklaşık üç kilometre uzaktan el yardımıyla açılan hendek vasıtasıyla getirilirdi. Her kış, hendek kapanır ama her bahar imece usulüyle o, üç kilometrelik hendek yeniden kazma ve kürekler yardımıyla açılır ve suyun akması sağlanırdı.

Yine çocukluğumda, sabahın erken vaktinde henüz hayvanlar ahırlardan yaylıma çıkıp hendeğin içinden atlayıp suyu kirletmeden önce, kadınlar, kızlar sırtlarındaki testileri o tertemiz su ile doldururlar evlere taşırlardı. İki testi su, kime ne kadar süreyle yetecekti ki? Zaten evlerde o zamanlarda on nüfustan aşağı nüfus olmazdı. Evdeki diğer bakırdan, alüminyumdan, topraktan yapılan kap kacak ne varsa, günün ilerleyen vakitlerinde hendekten doldurur, onlarla da temizlik işleri görülürdü. Ayrıca köye bir kaç kilometrelik uzaklıkta bulunan iki adet sarnıç da içme suyu ihtiyacını karşılanmasında önemli roller oynarlardı.

Bunların dışında, Türkler Anadolu'ya gelmezden önce Romalılar tarafından yapıldığı sanılan, Aşağı Kuyu ve Yukarı Kuyu olmak üzere iki adet kuyu da köyün çok eski bir yerleşim yeri olduğunun işaretleri gibiydiler. Akarsuyun köye getirilmezden önce, köyün su ihtiyacının bu kuyulardan sağlandığı anlaşılıyor.  Yukarı Kuyu halen içi molozlarla dolmuş olsa da sapasağlam durmakta ama Aşağı Kuyu tamamen kapanmış vaziyettedir.

1970'li yıllarda, "Sen iyilik de yapsan, kötülük de yapsan o yaptıkların sana yol, su, elektrik olarak geri döner."  şeklinde, neredeyse bir atasözünün oluşmasına sebep olan, YSE kurumu tarafından köyümüze üç adet çeşme yapılmıştı. Beşer tonluk gövdesiyle köyün içme suyu ihtiyacını karşılıyorlardı. Ancak ne hikmettir bilinmez, birisi hariç diğerleri köyün yerleşim yerine neredeyse bir kilometre uzağa yapılmıştı. Yani yine taşıma su ile değirmen döndürmeye çalışıyordu köy halkı...   Zaten bir yemek yapsanız bir de elinizi, ayağınızı yıkasanız kap kacak yine boşalacak ve yeniden çeşmeye yöneleceksiniz. Düpedüz bir işkence aracıydı evlere su taşımak. Zamanınızın çoğu çeşme ile ev arasında su taşıyarak geçerdi.

Bu çeşmeler artık günümüzde kullanılmıyor. Zira su evlerimizin içine kadar getirildi çok şükür.

Eskiden bizim yöredeki köylerde, sebze ekilen tarlalarının baş kısmına kendir bitkisi ekilirdi.

Bu kendir bitkisi genellikle lifleri vasıtasıyla elde edilen urgan ve ip yapmak için ve kenevir tohumu elde etmek için ekilirdi.

Sonbahar gelince kendir bitkisi bulundukları yerden kesilir demetler yapılarak yukarıda bahsettiğim akarsuyun asıl yatağı olan Dere dediğimiz mevkiinin Ketenlik bölgesinde suya bastırılırdı. Yöreye ‘Ketenlik’ denilmesinin sebebi de bu kendir bitkisinin o mevkide suya bastırılmasındandı.

Suyun içine bırakılan ve üzerleri taşlarla bastırılan kendir bitkisi, haftalarca orada kalır ve liflerinin gövdeden kolay ayrılması ve daha da sağlam bir hal alması sağlanırdı. Vakti gelince o kendir demetleri oradan alınır eşekler vasıtasıyla köye getirilir ve kurumaya bırakılırdı. Daha sonra da köydeki yaşlı yani tecrübeli insanlar o kendir saplarından liflerini ayırırlar, 'gelep”  (yumak, çile) haline getirirlerdi.  Bu liflerin uzunluğu iki metreyi bulurdu. ‘Süyücü’ dediğimiz kimseler liflerden oluşan ‘gelep’leri kollarına takarlar, karşılarına da bir genci geçirirler, önceden yaptıkları bir düzenekle bu lifleri birbirine ekler ve çok sağlam urganlar, ipler üretirlerdi.

“Su” dedik ama nerelere gittik? Gerçi ‘su’yun girmediği yer mi var da? Yazımıza girmesi de bundandır zaten.

Zamanla akarsuyumuzun kaynağı azaldı. Bu akarsuyu dere yatağından üç kilometre uzaktan köyümüze getirmişler yüzyıllar önce. Bu suyun kaynağı ise köye 8-9 kilometre uzaklıkta... Suyun azalması suyun yatağına bir gölet yaptırılması ihtiyacını doğurdu.

2020 yılında rahmetli olan babam Ramazan Yıldırım, uzun yıllar muhtarlık yaptığı için bu fikri devamlı surette dillendiriyordu ve bir gün bana, “Buraya bir gölet yapılması..” için iki satırlık bir dilekçe yazdırdı ve bu dilekçeyi, devletin ilgili makamlarına ulaştırdı. İşte o dikekçe tarihinden itibaren 16 yıl süreyle babam ve şahsım tarafından takibi yapıldı ve köyümüze baraj niteliğinde bir gölet kazandırıldı. Bu göletten istifadeye Tol köyü de dâhil edildi. Ne mutlu ki vefatından önce bu göledi yani eserini görme fırsatını da buldu.

Son yıllarda köyümüz bir çilek merkezi olduysa eğer, bu gölet sayesinde oldu. Mekânın cennet olsun babam.

Köyümüzün kurulu olduğu alanın hemen üst kısmında adından mülhem köyün üzerini şemsiye gibi kapatmış Eğri Kaya'ya her bakışımda, coğrafya kitaplarında isimlerini okuduğum, resimlerini gördüğüm şelaleler gelirdi aklıma...

Çocuk aklımla, o köye hendekler vasıtasıyla getirilen şimdi yerinde yeller esen ama o zamanki coşkun akışıyla bizleri büyüleyen akarsuyun, bir kaç kilometre daha yukarıdan alınarak Eğri Kaya'nın üzerine kadar getirilip 50-60 metre yükseldiğinde bir şelale oluşturmayı hayal ederdim hep.

Belki bu hayalim gerçekleşmedi ama gerçekleşmesine de ramak kaldı. Yapılan gölet sayesinde Eğri Kaya’nın üstüne değil ama hemen altına kadar çok tazyikli bir şekilde borular sayesinde o su geldi ve yüzyıllardır suya hasret araziler suyun altında kaldı şimdi.

Akarsu ile arazi sulanan zamanlardaki su kavgalarını bitiren,  “Taşıma su ile değirmen döndürmeye” çalışan köy halkımı, içme suyunu evlerinin içine kadar getirip bu çileden kurtaran devletimize Allah zeval vermesin.

Konumuzla alakalı değil ama şimdi sırada inşallah kavgaların, husumetlerin kaynağı durumuna gelen muhtarlık müessesinin ıslahına sıra gelmiştir. Zira su kavgalarının yerini, şu an köylerdeki muhtarlık sisteminin ortaya çıkardığı kavgalar almıştır.

Su Gibi (Mevlana Celaleddin Rumi)

“Bir an için su olduğunu düşün. Su denli özel, su denli yararlı ve su denli çok, tükenmez… İnanıyorum ki gerçekten de öylesin. Ama ister çeşmelerden dökül, ister göklerden yağ, ister nehirler dolusu ak; dibi olmayan bir kovayı dolduramazsın… Unutma daha çok bağırdığında daha çok dinlenmezsin, gürültünün parçası olursun yalnızca!

Ormandaki hiç bir hayvan, ırmağın gürültüler koparan yerinden su içmeye çalışmadı şimdiye kadar. Hepsi hep sabahın en sakin anını bekledi; suyun durgun yerlerini bulabilmek için... Gittiler ve sakin sakin gereksinimlerini giderdiler, onlar için en uygun olan kendi istedikleri zamanda!

Sen hep bir su olduğunu düşün. Su gibi güzel, su gibi özel, su gibi yararlı, su gibi vazgeçilmez… Ve su gibi yaşam kaynağı olduğunu düşün. Ama su gibi yaşatıcı ol. Su gibi yıkıcı, sürükleyici ve öldürücü değil! Tarlalarını basma insanların, yuvalarını yıkma; sana ‘felaket’ denmesin.

Vadiler ve ovalar varken önünde, yayılabileceğin küçük ırmaklara ayırabiliyorsan kendini ve bardaklara bölebiliyorsan, yaşam verirsin çevrene. Yoksa hep duyulmayan, dinlenmeyen, korkulan ve kaçılan olursun, seller, afetler gibi.”

15’li yaşlarımdan bu yana oruç ibadetimi yapma gayreti içindeyim. Ömrüm boyunca iki defa uzun yaz günlerinde oruç tutmak kısmet oldu. 16-17 saat aç ve susuz kalmak, özellikle o sıcak günlerde yüzü buz tutmuş bardaklarda bekleyen suyu hayal etmek, İzmir Kemeraltı’nda rengârenk meyve suların seyredip iftar gözlemek...

Dinimiz İslami göre; İbrahim Peygamber, eşi Hacer ve küçük oğlu İsmail'i çöle bırakır. Yiyecekleri ve suları bittiğinde Hacer, Sefa ve Merve tepeleri arasında koşarak su arar. Bu sırada toprağı eşeleyen İsmail bir su kaynağı bulur. Bunun üzerine çıkan suyun yitip gideceğinden endişe eden Hacer, “Zem-Zem!” (Dur-Dur!) diye bağırır. Hacer, çıkan suyun etrafını çevirip biriktirir, bu sudan ‘kırba’sını doldurur ve kendisi de içer...

“Su gibi aziz olunuz.”