Bu hafta, “haksızlık” kavramına kafa yoralım istedim. Hak, hakkaniyet, haksızlık kavramlarını akıl, muhakeme, izan ve vicdan eleğinden geçirmek ve bunlar üzerine cümle sarf etmek epey sancılı bir uğraş oldu. Zihnimin içinde atışmalar, değillemeler, uzun diyaloglar... birbirini kovaladı. Bu kovalamacadan özgün fikirler ve çözümler çıkarmak hiç de kolay olmadı...

“Hakkaniyet”, anlam dünyası çok ince, derin ve katmanlı bir kavram. Nadiren bir değer olarak beliriyor hayatlarımızda. Çoğunluksa arkasına aldığı kalabalık/çokluk sayesinde/yüzünden kim vurduya gidişiyle dikiliyor karşımıza. Ama bir yandan da insanı, hayatı, dünyayı, çağı yaratıyor bu kavram. Yokluğuyla yaralıyor ve kesinlikle acıtıyor. Ona maruz kalanı radikalleştiriyor, sivrileştiriyor, marjinalleştiriyor. Ve maalesef ki sadece maruz kalanı ve maruz bırakanı eksiltip azaltmakla kalmıyor; kendisini sosyal hayata uyumlanmanın bir yolu gibi de var ediyor...

Kimi, “Bu çağda “haksızlıklar” birleştiriyor insanları” diyor. Kimi ise “Bu zamanda insan, kendini ne kadar uzak tutmaya çalışsa da haksızlıktan kaçamıyor ve kaçınamıyor” bahanesinin arkasına saklanıyor. Kimi de bu bahaneye “Her şeyin bu kadar dolandığı ve dolayımlandığı bir zamanda, hayatta kalmak zor, sürüden ayrılmamak lâzım” diyerek ortak oluyor... Aslında “hakkaniyet” ve “haksızlık” arasındaki fark herkesçe biliniyor. Ama arkasındaki toplumsallığa herkes meydan okuyamıyor. “Bilmek” ve “yapabilmek” boyutları arasındaki açı büyüdükçe, ona yenilen ve mağlup olan sayısı fazlalaşıyor. Sıkça ve kolaylıkla yapılabiliyor oluşu da onu normalleştiriyor. Ben, sen, o, bu, şu, biz... derken katlana katlana, birike birike çoğalıyor ve büyüyüp dünyamızı kuşatıyor. Zamanla da küçülmüyor, azalmıyor, yok olmuyor. Aksine, zamanla yerleşiyor varlığımıza, bir parçamız oluyor ve ömür boyu bizimle yaşıyor... Haksızlık kolay da... Hakkaniyetli olmak/kalmak zor! “Hakk'ın ve “hakkaniyet”in “eşitlik” ve “kapsayıcılık” bağlamında hareket etmeyi gerektiren bir yanı var çünkü. “Hak” ve “hakkaniyet”, ancak bu iki uca dokunmakla yakalanabiliyor. Haksızlığa ilişkin en büyük trajedi de burada başlıyor zaten. Onun hem eşit hem kapsayıcı yanını beraber var edebilmek, sadece güçlü bir zihin değil; sağlam bir vicdan da gerektiriyor. Bilinç kadar mukavemet de istiyor. İkinci büyük trajedi ise haksızlığın “bilmek” ve “yapabilmek” arasındaki açı aralığına bağlı olarak ortaya çıkıyor. Bu açı büyüdükçe ortaya çıkan çaresizlik ve boşvermişlik seviyesi yükseliyor. Ve Hakk’ın davetine icabet etmek zorlaşıyor...

Ben inanıyorum ki benliğimizi ve hayatımızı, bu kelimenin bezediği bir zenginlikle inşa etmek ve sürdürmek adında bir hakikat var. Zor ama mümkün... İşine geldiğince Hakk’a kulak vermekle kazanılmayan bir mertebe. Kazanılması zor bir saygınlığı sağlıyor. Zorundalıkla değil kendiliğinden… Tavsiye ediyorum.