2

Hasan Yügrük talebelik hayatsının ardından öğretmen olmuştu fakat İmam Hatip Lisesinde görevliyken sürgün niyetine Yozgat’a tayin edilmesi onun geleceğini belirledi. Yozgat’a vardığı gün istifa dilekçesini verip Konya’ya döndükten sonra müracaatının kabulü üzerine kütüphanecilik serüveni başlayan Yügrük ile o yılların nasıl geliştiğini konuştuk.

Çok sevdiğiniz bir evladınızı trafik kazasında kaybetmişsiniz. Bu hadise nasıl olmuştu?

İlk kızımıza Haticetü’l-Kübra adını verdik. Sonra bir oğlumuz oldu, onun adını Mehmet koyduk. Mehmet’in arkasından bir kızımız daha oldu. Ona da anamın adı olan Ayşe koyduk. Sonra bir oğlumuz daha doğdu, onun adını da Ahmet Fatih koyduk. Aslında ben adını Fatih koydum. Onunla ilgili ibretli bir hadise vardır. İlk adı Ahmet’i babam verdi, ben de Fatih’i ilave ettim. Çünkü Sultan Fatih’i çok severdim. O sırada rüyamda bana “Bu çocuk sana emanet ve şehit” dediler. Ben bu rüyayı 21 sene kimseye anlatmadım. Fatih ilkokulu birincilikle bitirdi. Teknik okulu 97 puanla bitirdi. Elektrik elektronik mühendisi oldu. Ana dili gibi İngilizce bilirdi. Akviran’a öğretim üyesi oldu. Merkez Elektronik’in sahibi Faruk Erölmez ile birlikte iki hastanenin bilgi işlem sistemini yaptılar. Ameliyat sırasında her şeyi gösteren bir program geliştirdiler. Vazifeye başlayacağı zaman Bolu’da trafik kazası yapmış. Kazayı benden saklamak istediler. Ben evladıma “Saklama oğlum, benim çocuğum şehit oldu” dedim. “Baba nereden bildin?” dediler. “Yavrum, Fatih doğduğu zaman bana söylediler” dedim.

Fatih hikmetli, bilgili, özel yetiştirdiğim bir çocuktu ama emaneti sahibine verdim.

Biraz da öğretmenlik yıllarınızdan bahsedelim.

İlk olarak İmam Hatip Okulunda başladım. Burada öğretmenlik yaparken kayıtlardan da vazifeliydim. Lâdikli Hacı Ahmet Ağa’nın iki torununun kayıt için getirdi, böyle tanıştık. Meşhur avukat Hulusi Bolay vardı, Konya Yüksek İslam Enstitüsünde İslam tarihi dersleri verirdi. Onunla da, Doktor Baybal ile de çok sevişirdik. Aramızda ciğerden bir bağ vardı. Hulusi Bolay telefon edip, “Yazıhaneme gel, Yemeği burada yiyeceğiz” dedi. Yazıhanesi Hükümet Konağının yanındaki Kolatlar’ın köşesindeydi. Lâdikli Hacı Ahmet Ağa da oraya gelmişti. Ahmet Ağam manzum İslâm tarihi şiirleri okudu. Hepsi usta işiydi. Bu şiirler Altıparmak’ta, Taberi’de, eski siyer kitaplarında geçer. Ben bakınca “Hasan Efendi ben cahilim, ilmim yok, okumam yazmam yok” dedi. Ama bir taraftan da İslâm tarihini manzum olarak anlattı. Daha sonra merak edip baktım. Anlattığı olaylar en ince noktasına kadar İslâm tarihinde geçiyordu. Demek ki dedim iki yol var, biri arif yolu, diğeri de âlim yolu…

Bir de sürgün yemişsiniz, öyle mi?

Üniversiteyi bitirince Din Dairesi Genel Müdürü Edip Kürkçüoğlu, Profesör Dr. Mehmet Hatipoğlu ile “Yedi kişiyi istediği yeri vereceğiz” diye haber gönderince ben öğretmen olmadan önce kütüphaneye müracaat etmiştim. Çünkü kitabı, kütüphaneyi çok severdim; matbaada yetiştiğim için kâğıdın, kitabın değerini bilirdim. Kadro bulamamışlar, o iş olmadı.

İmam Hatip’ öğretmen olduğumda ortalıkta Nurcular meselesi vardı. Peki, İmam Hatip Okulunda kimler vardı? Said Nursi’nin oğlan kardeşi Abdülmecid Ünlükul arkadaşımızdı. Müftü yardımcısı Mehmet Bey arkadaşımızdı. İdareden aciz bir de müdür vardı. Okulu rahat yönetebilmek için personelin arasına fitne sokup çalışanları ikiye bölerdi. Öğretmenlerin bir kısmını Komünist, bir kaçını da Nurcu diye yaftalamış. Abdest alıp namaz kılana Nurcu deyip geçiyorlardı. Beni de Nurcu diye Yozgat’a sürdüler.

Yozgat’a varınca, “Bana boşuna görev vermeyin, ben istifa edip ayrılacağım” dedim. Bu arada da stajyerliğim tasdik oldu. İstifa edip Konya’ya geldim ve askerliğe müracaat ettim.

Askerlik ve sonrasında hayatınız nasıl şekillendi?

Askerliği beklerken hem Nazım Bey Matbaası’nda çalıştım, kırtasiyecilik yaptım. Askerliğimi Tuzla Piyade Okulunda yedek subay olarak yaptım. Tuzla’dan sonra da Samsun İhtisas Taburuna gittim. Toplam iki sene askerlik yaptım. Askerde de din dersi öğretmenliği de yaptım.

Asıl konu askerden geldikten sonra başladı. O zaman İsmet Bey, Din Dairesi Genel Müdürüydü. Kütüphane Abdülkadir Salgır’a bağlıydı. Müsteşar ise Mehmet Önder idi. Ben buradan Celalettin Kişmir, Sofu Tuğrul, Ali Rıdvan Bülbül’ün yazdığı tavsiye mektubunu Mehmet Önder’e götürdüm. Sofu Tuğrul, Ali Rıdvan Bülbül, Celalettin Kişmir, Mehmet Önder ve Feyzi Halıcı çok önemlidir, bunlar sacayağıdır.

İsmet Parmaksız Bey’e, arkadaşım şube müdürü Mehmet Bey’le haber gönderdim, sonra kendim de yanına gittim. “Aman kaybetme bu bir değerdir” diye de Kütüphaneler Genel Müdürü Abdülkadir Bey’e telefon açtı.

Bir süre sonra kadrom geldi. Ondan sonra İş Bankasının orada Celalettin Kişmir bana “Hasan ben lise mezunuyum, sen üniversite mezunusun bu iş nasıl olacak?” dedi. Ben de “Abi, sana sonsuza kadar hürmetim var, asla bu meseleyi düşünmedim, düşünmem de” diye karşılık verdim. Ondan sonra ben Yusuf Ağa Kütüphanesine geldim. Kütüphaneciliği Celalettin Kişmir’den öğrendim. O bana “aslan çocuk”, ben de ona “aslan müdürüm” demeye başladım. Zaman zaman kavgalarımız da oldu. Onun küsmesi çok hoştu. Birbirimize küstüğümüz zaman barışıncaya kadar o sağa giderse, ben sola giderdim. Öfkemiz geçinceye kadar birbirimizle konuşmazdık. Bir müddet sonra merhaba der ve konuşurduk.

Her ne kadar ben üniversitede, Fransa’da, ihtisas alanımda kütüphaneci olarak tanınmışsam da Celalettin Kişmir benden on kat daha fazla kütüphanecidir.

O Konya’dan giderken himmetini, hizmetini, zimmetini ben aldım. Vekâlet bendeydi, muavinlik de bendeydi. Ona yedi ay vekâlet ettim. Ondan bu aşkı aldım. Mali işlere bakan idareci Ahmet Boya’dan, Konya’nın parasından sorumlu Maliyeci Ahmet İskender’den ve Bayındırlıktaki Nurettin Bey’den de idareciliği aldım. Bu üç ismi de idarecilikte örnek aldım.

Yazmaları, basmaları da Yusuf Ağa Kütüphanesinde görevli memur Mustafa Sabri Bilici Bey’den öğrendim. Mustafa Sabri Bey, İstanbul İlahiyat Fakültesi mezunuydu. Sultan Selim Camii imam-hatibi, vaizi Mevlit Efendi’nin oğluydu. Bağdat’ta ihtisas görmüştü. Çok titiz ve hassas birisiydi. Ondan eski yazma ve basmaların durumunu öğrendim. Yaz tatillerinde Yusuf Ağa Kütüphanesine giderdim ve orada kütüphane âşıklarına hizmet ederdim. Zaten onun için görev yeri olarak Yusuf Ağa Kütüphanesini istedim. Ondan da bunları öğrendim.

İl Halk Kütüphanesinin bodrum katındaki süreli yayınların nasıl kurtarıldığını anlatır mısınız?

Periyodikler, süreli yayınlar berbat bir haldeydi. Bodrumda 150 tona yakın dergi vardı. Dergilerin üniversiteye gitmesi gerekiyordu fakat kimse sahip çıkmıyordu. Çünkü dergiler pislik içerişindi ve hastalıklıydı, yani çok meşakkatli bir işti, kimse mesuliyet kabul etmek istemiyordu. Teknik sorumlu ben olduğum için bu işi bana havale ettiler, ben de tamam dedim.

Üç ay içerisinde o yayınları Selçuk Üniversitesine kazandırdık ve bugün kullanılıyor. Ama eksik sayılar var, tamamlanması lazım… O zaman Profesör Dr. Haşim Karpuz Bey, Fen Edebiyat Fakültesi dekanıydı. Konuyu ona anlattım ve yayınları sahiplendi.

O dönemde Profesör Dr. Mustafa Özcan, Celalettin Kişmir konusunu çalışıyordu. İl Halk Kütüphanesinin altından üniversite kütüphanesine getirilen süreli yayınları göstermek için onu davet etmişler. Demiş ki bunları bu hale kim getirdi? Bizim Hasan Yügrük var, onun ve öğrencilerin üç aylık çabalarıyla bu hale getirildi demişler. Pek beğenmiş.

Müdürlüğe atama kararı alınmasına rağmen bundan feragat etmişsiniz, neden böyle yaptınız?

Müdürlüğe yedi ay ben vekâlet ettim fakat arkadaşlarımdan küçük ve genç bir muavin olduğum için, hemşeri olduğum halde beni hor gördüler, yardımcı olmadılar, üstün bir başarım vardı, bu başarıyı da çekemediler. Allah şahit, müdürlük kararnamem çıkmıştı. Rıdvan Bülbül, Mehmet Önder’in çok yakın arkadaşıydı, kararname Mehmet Önder’in imzasıyla çıktı. Yeni Meram’da yazan Rıdvan Bülbül ve Genel Müdür Yardımcısı Nail Bayraktar telefon edip beni kutladılar. Nail beye, “Abi ben hazır değilim. Ya sizi mahcup edeceğim ya da ben mahcup olacağım. Buradaki arkadaşlara ben idarecilik yapamam. Yaşça benden büyükler, babam yerindeler, zınarıveriyorlar, ben de bir şey diyemiyorum. Benden üstün bir müdür gönderin. Gelecek müdür bana hem ağabeylik yapsın, hem de mesleki olarak benden üstün olsun” dedim.

Gençlerimiz hem  umut hem gelecek Gençlerimiz hem umut hem gelecek

Bunun üzerine bilgi ve tecrübe bakımında benden üstün olan Lütfi İkiz’i Müdür olarak gönderdiler. Üniversite mezunu değildi. Üniversite terkti ama huyumu bilirler. O zaman kütüphane tiyatro salonundaydı. Ben muavinim o müdürdü, masaya oturdu, yanında da Mehpare Hanım vardı. Başka masa olmadığı için ben ayakta kaldım. “Müdürüm bana bir yer gösterin de ben de oturayım, ben açıkta kaldım” deyince, “Hasan Bey, bu masa ikimizin, ben buraya hiçbir zaman müdür olarak değil, sana kardeş olarak geldim” dedi.

Lütfi İkiz Medresede yetişmiş, değerli bir insandı. Kırşehir’de bir ağanın oğluydu. Kırşehir’deki tarlayı tapanı satıp masonluk hakkındaki ilk kitabı bastırıp piyasaya dağıtmıştı. Bir ara Türk Ocakları başkanlığı da yaptı. Demirel’in masonluğunu aşikâr etti. Lütfi İkiz’in öyle bir soy kütüğü bilgisi vardı ki ben bir kişiyi sorduğum zaman onun geçmişine kadar inerdi.

Yusufağa Kütüphanesi ehemmiyet seviyesi yüksek bir yer. Siz orada neler müşahede ettiniz?

Yusuf Ağa Kütüphanesinde gördüğüm fevkalade olaylar, oradaki zuhuratlar sonucunda benim hayatım şekillendi. Orada yaşadıklarım sayesinde bu kadar kişiye ulaştım.

Muhiddin Arabi’nin, Sadreddin Konevî’nin kitapları ve el yazıları vardı. Ebu Suud’un kendi kitapları vardı. Oraya kalbi açık olan yani hissi batıni, yani altıncı hissi olan kişiler gelirdi. İnkâr edebilirsiniz, ben hiçbir zaman da ispata çalışmam. Bazısında az, bazısında çok olmakla birlikte bu her insanda olur.

Oraya Konya’nın Bozkırlı Mustafa Efendi gibi, Fevzi Efendi âlim ulema sınıfı, Müftüler gelir, fetva oradan alınırdı. Onlara hizmet etmek her babayiğidin harcı değildi.  Ama ben Yusufağa kütüphanesini, Sabri amcadan; daha okul çağındayken öğrenmiştim. Çünkü yaz aylarında kütüphaneye giderdim. İlmiye sınıfı, kalbi açık olanlar gelirdi. Hatta bir şey söyleyeyim, Konya dikkat etsin; Konya’da bir evliya arıyorsan, bütün kalbimin açıklığıyla konuşuyorum, yerli ya da yabancı 24 saat Mevlâna’nın orada nöbet tutarlar. Eğer sende o göz varsa kendiliğinden takılır. Sende o göz varsa zaten kokusundan, ışığından tanır, ona yanaşırsın, o da sana yanaşır.       

Yusufağa Kütüphanesinin sırlı bir kedisi varmış, anlatır mısınız?

Allah’a şükür, kütüphanede fare yoktu ama her halükârda senede bir def kuzu gibi bir kedi gelirdi. Kapımız daima açıktı, kedi içeriye girer etrafı dolaşır, üç-beş gün sonra çıkar giderdi. Yani kütüphanenin senelik fare bakımını yapardı.

Fransa’da ihtisas yapmak sizin talebiniz miydi, yoka devlet mi görevlendirdi?

Ben müdürlüğü kabul etmeyince Kütüphaneler Genel Müdürü Abdülkadir Salgır Bey hayran kalmış. “Hasan, sen geleceğin genel müdürüsün, böyle hazırlan, biz de bu hazırlığı yapacağız” dedi. Sonra yabancı dilimi sordu, “Fransızca” deyince “Hazırlan, seni ihtisas için Fransa’ya, Paris’e gönderiyorum” dedi. Ben şaka zannettim ama bir ay sonra “Pasaportunu, gerekli evrakları hazırla ve yola çık” diye yazı geldi.

Fakat hazırlığım yoktu, hem ev yaptırıyordum. Yurt dışına çıkmak için kefil de gerekiyordu, Mustafa Bahçıvan bana kefil oldu. Bir de Paris’te bulunan Terzi Aysun diye birinin adresini verdi. Paris’te Konya’nın terzileri meşhurdu. Çok birlik içerisindeydiler, oranın meşhurlarının elbiselerini onlar dikerlerdi.

Kara trenle Paris’e vardım. Şarkikaraağaçlı bir işçi akrabasını karşılamak için gelmiş. Yolcusu gelmeyince benimle ilgilendi. Terzinin adresini gösterdim, beni oraya götürdü. O gece kumaşların arasında yattım. Ertesi gün bana Mehmet Şimşek’i bulmalarını istedim. “Tamam, bizde herkesin adresi var, buluruz” dediler.

Paris’te doktora yapmaya giden ilahiyatçı arkadaşlar vardı, bunun birisi Hayrani Altıntaş idi. Mehmet Şimşek ve Süleyman da vardı. Hayrani ve Mehmet şimdi profesör oldu. Cuma günleri Paris’teki camide birleşirdik. Oraya Muhammed Hamidullah, Havva Hanım gibi tanınmış şahsiyetler de gelirdi.

Paris’teki Bibliotheque Nationale ve diğer kütüphanelerde zorlu bir ihtisas yaptım. Aynı zamanda Sorbon Üniversitesi de arkamdaydı. Rahatsız etmişim ki kültür müsteşarı beni çağırdı, “Kardeşim bize her gün Kültür Bakanlığından, Sorbon Üniversitesinden telefon geliyor, senin derdin ne?” dedi. Kültür müsteşarı “Üç ay dil öğren, oraları gez” dedi. “Ben buraya sinemaya, tiyatroya gelmedim, milletime borcum var ben buraya vazifemi yapmaya geldim” dedim. Onun üzerine ilgi çektim, Sorbon Üniversitesi beni takip ediyordu, oradakiler ise benim etrafımdaydı.

Oranın konservatuvarına müdür olan Berkey’i de ben yetiştirdim ve buraya ben davet ettim. Kurultayda Fransa hakkında konferans verdi. Allah razı olsun çok kahrımızı çekti.

O dönemde Agâh Oktay Güneri de Paris’teydi. O da o mektepten yetişti. Paris’te dokümantasyon merkezi daha o yıllarda vardı ama bizde yeni teşekkül ediyor. O merkezin Türkçe bölümünün yöneticisi Profesör Dr. Havva Hanım (Eva) idi, aynı zamanda Sorbon Üniversitesinde de hocaydı. Havva Hanımın, cenazesinin Konya’ya getirilmesiyle ilgili vasiyeti vardı. Selçuk Üniversitesindeki Fransızca profesörü Dr. Abdullah Öztürk sayesinde buraya getirdik. Abdullah Öztürk onun Konya’daki yegâne feyz aldığı yakını idi.

DEVAM EDECEK

Editör: Hatice Tekin