31.01.2025 tarihli yazımızda İslâm ve Demokrasinin bağdaşıp bağdaşmadığına dair bazı görüşleri ortaya koymaya çalışmıştık. Bu yazımızda ise kendimce naçizane bazı değerlendirmelerde bulunmaya çalışacağım.
Öncelikle şunu ifade etmeliyim ki; ben İslâm hukukçusu değilim, ilahiyatçı değilim. Dolayısıyla haddimi aşarsam affola…
İslâm ve Demokrasi ilişkisi bağlamında İslâm’daki bazı kurumlara değineceğim. Bunlardan bir tanesi şûradır. Kur’an-ı Kerim’de Şûrâ Suresi’nin 38.ayetinde; “ Onların işleri de kendi aralarında şûrâ (danışma/istişare) iledir.” buyrulmaktadır. Yani Yüce Allah, Kur’an’da müminleri tarif ederken aralarındaki işlerin istişare ile olduğunu söylemektedir.
Zaten Peygamber Efendimiz (asm)’ in pratiği de bu şekildedir. Örneğin Hendek Savaşı’nda savaşın ne şekilde yapılmasıyla ilgili olarak sahabilerle istişare etmiş, Selmân-ı Farisî (r.a.) Medine’nin çevresine hendek kazılmasının uygun olacağını, kavmi Farisîler’in bu yöntemden faydalandığını, bir şehri kuşattıklarında etrafına hendek kazdıklarını söylemişti. Selmân-ı Farisî’nin bu görüşü isabetli bulundu ve Hz. Peygamber (asm), hendek kazılmasını emretti, kendisi de hendeğin kazılmasında çalıştı.
Diğer taraftan; dört halife, seçimle iş başına gelmişlerdir. Aralarında bir babalık-oğulluk ilişkisi de yoktur. Yani halifelik babadan oğula geçmemiştir. O günün şartları çerçevesinde bir seçim mekanizması vardır. Fakat Emevîlerle beraber maalesef seçim kaldırılmış, halifelik babadan oğula geçen bir saltanata dönüşmüştür. Daha sonra tarih sahnesine çıkan Osmanlılar gibi diğer bazı devletlerde de maalesef saltanat sistemi vardır.
Bir önceki yazımızda Demokratik Cumhuriyetin şartlarından birisinin de hukuk devleti olduğunu, hukuk devletinin de unsurlarından birinin yargı bağımsızlığı olduğunu söylemiştik. Bu bağlamda Asr-ı Saadet’te yargı bağımsızlığı meselesine gelecek olursak; Hz. Ali (r.a) ve bir Yahudinin kıssası karşımıza çıkmaktadır. Daha önceki bir yazımızda da değindiğimiz gibi, olay şöyledir; Hz. Ali, Sıffîn Savaşı’na giderken yolda zırhını kaybetmiştir. Savaş bitip Kûfe’ye döndüğünde ise, zırhını bir Yahudi’nin elinde görür. Yahudi’ye; “bu benim zırhımdır. Onu ne birine sattım ne de hediye ettim.” der. Yahudi ise; “bu benim zırhımdır ve benim elimdedir” diye cevap verir.
Hz. Ali, dönemin devlet başkanıdır ve istese zırhı Yahudi’den hemen alabilecek güce sahiptir. Fakat O, bunu yapmaz ve meselenin hâkim önünde halledilmesini teklif eder. Birlikte hâkime giderler. Hâkim, dönemin meşhur kadısı Kadı Şüreyh’tir.
Kadı, Hz. Ali’ye; “bu iddianı ispat edecek delilin var mı?” diye sorar. Hz. Ali ise; “evet, var; hizmetçim Kanber ve oğlum Hasan, bu zırhın benim olduğuna iki şahittir.” diye cevap verir. Kadı Şüreyh ise; “oğlun ve hizmetçin senin yakınlarındırlar. Senin hakkında şahitlikleri geçerli değildir. Başka şahidin var mı?” diye sorar. Bunun üzerine Hz. Ali, başka şahidinin olmadığını söyler ve Kadı Şüreyh de, delil yetersizliğinden davayı Yahudi’nin lehine neticelendirir. Yani Müslümanların devlet başkanı, Müslüman ülkesinde, Müslüman mahkemesinde, bir Yahudi’ye karşı açtığı davayı kaybeder…
Demokratik Cumhuriyetin bir diğer unsuru olan denetim ve muhalefet bağlamında ise şu olayı anlatabiliriz;
Hz. Ömer (r.a.), bir savaş sonrası ganimetleri taksim etmişti. Herkese bir parça kumaş düşmüştü. Fakat bu kumaş tek başına bir işe yaramıyordu. Oğlu Abdullah, babasına:
“Bu kumaş tek başına ne benim ne de senin işine yaramıyor. Ben hakkımı sana vereyim de kendine güzel bir elbise yaptır.” demişti. Hz. Ömer de oğlunun hediyesini kabul ederek bir elbise yaptırmıştı. Birkaç gün sonra, üzerinde bu elbise olduğu halde bir konuşma yapmak için minbere çıkmıştı.
“Ey müminler! Beni dinleyin ve bana uyun.” dedi. Arka saflardan biri itiraz ederek
“Ey müminlerin emiri! Seni dinlemiyorum ve sana itaat da etmiyorum! Çünkü sen, Allah ve Resul’ünün yolundan gitmiyorsun!” dedi.
Halife Ömer, “Neden?” diye sordu.
O zat sebebini şöyle izah etti:
“Ganimet taksiminde, bizlerden hiçbirine elbise diktirecek kadar bir kumaş düşmediği halde, görüyorum ki, sen o kumaştan fazla almış, bir elbise yaptırmışsın!”
Hz. Ömer, cemaat arasında bulunan oğlu Abdullah’a (r.a.) işaret etti. Hz. Abdullah da kalkıp durumu izah etti. Payına düşen kumaşı babasına verdiğini söyledi. Gözler ikazda bulunan zata yönelmişti. O zat ayağa kalktı ve:
“Şimdi konuş, ey müminlerin emiri! Şimdi dinliyor ve sana itaat ediyorum.” dedi.
Özetle; Peygamber Efendimiz (asm) ve Dört Halife Döneminde seçim, istişare, yargı bağımsızlığı, kuvvetler ayrılığı, denetim ve muhalefet gibi müesseseler o çağın koşulları çerçevesinde vardır. Zaten demokrasi denilen şeyde de bunlar yok mudur? O zaman Demokrasi neden İslâm’a aykırı olsun? Zaten bugün demokrasinin gereği dediğimiz birçok şey, Asr-ı Saadet döneminde o çağın koşulları doğrultusunda vardır. Müslümanlara düşen görev ise bunları modern çağın gerekleri doğrultusunda daha da geliştirmektir.
Peygamber Efendimiz (asm) ve Dört Halife Döneminde tek adamcılık yoktur. Asr-ı saadet pratiği tek adamcılığı reddeder. Şûra ve istişare kültürü vardır. Yargı bağımsızlığı, kuvvetler ayrılığı, şeffaflık ve hesap verilebilirlik vardır.
Bugün İslâm Dünyası acılar çekiyor fakat çoğunlukla bu acıların faturasını dış güçlere ve emperyalizme kesiyor… Kendi iç muhasebesini ise yapmıyor… Hâlbuki İslâm dünyası tek adamcılıktan yeterince sıyrılıp şûrayı, istişareyi merkeze oturtabildi mi? Bağımsız, tarafsız ve güçlü bir yargı sistemi kurabildi mi? Denetimi, şeffaflığı, hesap verilebilirliği, adaleti, liyakati tesis edebildi mi? Muhalefete ve farklı seslere yeterince tahammül edebildi mi yoksa onları susturmaya mı çalıştı?
İslâm ülkelerinin bu sorulara olumlu yanıt veremedikten sonra yaşanan sıkıntılarda dış güçleri ve emperyalizmi işaret etmeleri, en hafif tabiriyle miskin bir kolaycılıktır.
Kurtuluş reçetesi ise bellidir. Eğer bugün İslâm ülkeleri ilerlemek, gelişmek ve huzura kavuşmak istiyorlarsa Asr-ı Saadet’i referans alarak istişareyi, muhalefeti ve denetimi, yargı bağımsızlığını ve kuvvetler ayrılığını güçlendirmeleri gerekiyor. Demokrasi ile de yetinmeyip onu daha da geliştirmeleri, çıta yükseltip demokrasinin de üzerinde standartlara yükselip daha âdil ve daha iyi bir sistem inşa ederek bu açıdan Avrupa’ya ve tüm Dünyaya örnek olmaları gerekiyor…