Yüzyılın son çeyreğinde, sanatın kalbinde bir devrim yaşandı. Bu devrimin adı İzlenimcilik’ti. Paris sokaklarından, Seine Nehri’nin kıyılarına, bu akım, ışığın ve renklerin oyununu, anın efemer doğasını tuvale yansıtmayı hedefledi. İzlenimciler, stüdyolardan çıkıp açık havada, ‘plein air’ tekniğiyle çalışarak, doğrudan doğanın kalbine dokundular.
İzlenimcilik, adını, Claude Monet’nin “Impression, Sunrise” (İzlenim, Gündoğumu) adlı eserinden alır. Bu eser, dönemin eleştirmenleri tarafından alay konusu yapılsa da, aslında yeni bir sanat anlayışının habercisiydi. İzlenimciler için önemli olan, nesnelerin katı ve ayrıntılı betimlemesi değil, ışığın ve renklerin anlık etkileriydi. Onlar, gözlerinin gördüğü izlenimleri, hızlı ve dinamik fırça darbeleriyle yakalayarak, izleyiciye aktardılar.
Edgar Degas, Camille Pissarro, Pierre-Auguste Renoir ve Berthe Morisot gibi sanatçılar, günlük yaşamın sıradan anlarını, özel bir ışık ve renk duyarlılığıyla ele aldılar. Onların eserleri, bir bakıma, o dönemin fotoğrafı gibidir; izleyiciye, 19. yüzyılın sonlarında yaşanan hayatın bir kesitini sunar.
İzlenimcilik, sanatın sadece göze hitap etmekle kalmayıp, aynı zamanda izleyicinin duygularına da dokunabileceğini gösterdi. Bu akım, zamanla modern sanatın diğer akımlarına ilham verdi ve sanatın sınırlarını genişletti. Bugün bile, izlenimci eserler, renklerin ve ışığın büyüsüyle, sanatseverlerin kalplerinde özel bir yer tutmaya devam ediyor. İzlenimcilerin tuvallerindeki ışık oyunları, sanatın evrensel dilindeki en zarif ifadelerden biri olarak kabul edilir ve izleyenleri hala büyülemeyi başarıyor.